Bilgi Enkazı

kitap_1__0

Hz. Ali’ye atfedilen bir kelam-ı kibarda “Cahil bilmeyen değil, bilmediğini bilmeyendir.” buyrulur. Bu buyruk uyanık bir şuurun ‘bilmek değil olmak’ kararıyla bakışıdır âleme. Aynı irfan “Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi.” hakikatini söyletir İmam Ebu Hanife’ye.

Hakikati kendi bildiğinden ibaret sayan cüce aklın yanılgısıdır eşyaya mahkûm bir hayatla varlığımızı çoraklaştıran. Mutlak hakikatin zamana ve mekâna mahkûm bir varlığın belleğine sığmayacak kadar büyük olduğuna iman etmiş bir yürek, bilgiyi tahtından indirebilir ancak. Kendisini varlık âleminin sultanı ilan ederek bilgiyi gayeye dönüştürmeye kalkışan mağrur aklı, varlık âleminin hizmetkârı olmaya razı eyleyen irfanın zaferidir bu inkılâp. Aşk, akla haddini bildirip gönlü varlık mülküne sultan eylemenin hazzıdır. Aşkın iktidarında ilk icraat, aklı fitnesiyle birlikte zindana tıkmaktır.

Varlık ikliminde gönlü iktidar yapan aşk ihtilali aklı sürgüne gönderir. Akıl gevezeliğini de kendisiyle götürür. Gönül sükûtun durgun umanında kendi iç yolculuğuna çıkar. Ve bu yolculukta varlık gemisinin dümenini tutan gönül der ki “ey akıl, sevda selinin sürüklediği çakıl taneleri gibi aciz ve hükümsüz bilgi kırıntılarını al ve terk et mülkümü. İçi boş kelimelerini, cevapsız sorularını al ve git. Ve haddini bil! Senin bildiğin damla, bilmediğin okyanus!”

Gönlü varlık mülküne sultan eyleyince anladım ki bilgi, sezgi ve duygu özünü saran kabuktur sadece. Kabuğu kalınlaştıkça güçlendiğini zanneden mağrur aklım kendini putlaştırıp durmuş hep. Kabukta kalmanın hoyratlığı aşktan uzak tutmuş beni bir ömür. Her şeyi eşyanın ölçüleriyle algılamayı marifet zanneden bu hoyratlık, gönül mabedini put haneye dönüştürmüş. Suretler aşkın manasına yer bırakmamış gönül mülkünde. Mağrur akıl, fermanlar dökmüş fildişi kulesinden, duyguları susturmuş, düşleri sürgün eylemiş varlık mülkünden.

Aşk yokken varlık mülkümde ben cehaletin kölesiydim ey Gül-i Rana! Aşktan evvel, bilgi mağruru bir akıl ile şehvet sarhoşu bir bedenden ibaretti varlığım. Ve aşk geldi varlık mülküne. Sezgi ve ilham damıttı kabuğuma. Çatladı kabuk. Özüm tazyikini bulmuş bir pınar edasıyla çağladı. Şehvetin kiri aktı tenimden, aklandım. Ölüydüm, dirildim sanki. Uykudaydım, uyandım. Genişleyen varlığıma “can içre bir can” ilave eyledi aşk ve adını gönül koydu. İnsan olmak gönül sahibi olmakmış meğer.
Aklımın mağruru olduğum yılları yaşanmamış mı sayayım ey Gül-i Rana! Pişmanlığım geri getirir mi yaşanmamış yılları. Yazık, yazık ki çok geç kırıldı kabuğum. Geç öğrendim kıymetin kabukta değil özde olduğunu. Geç fark ettim aklı putlaştırmanın ömrüme neler kaybettirdiğini. Dünyaya aklın penceresinden baktığım o yıllardan ötürü beni affetmen mümkün mü ey Gül-i Rana!

Dünyaya aklın değil de gönlün penceresinden bakmak gerektiğini öğrenmenin faturası keşke bu kadar kabarık olmasaydı. Keşke beni, ömrü yarım yaşamaya mahkûm etmemiş olsaydı aklımın mağrurluğu. Keşke zamanında öğrenebilseydim mağrur aklımı susturmanın yolunu. Keşke sana geç kalmadan önce yenebilseydim aklımı.

Akıl, kelamın şehvetini sukutun hazzına tercih etti hep. Önce aklımın sonra dilimin esiri oldum. Konuştum hep; söyledim, sitem ettim, davetler gönderdim, sesimin yankısıyla oynadım, gölgesiyle oynayan çocuklar gibi. Oysa susmayı bilmeyene konuşmak yükmüş. Dolmadan boşalmanın hafifliğiymiş bütün sıkletim. Ahenksiz ve ufuksuz bir yakarışmış bütün söylediklerim. Susmak konuşmaktan zormuş ey sevgili! Susmayı öğrendim sana geç kaldığımı anladığımda.
Meğer susmayı öğrenmem için “bilmediklerimin” “bildiklerimden” kat kat fazla olduğunun farkına varmam gerekiyormuş. Bilgi kırıntılarından inşa edilmiş fikir sarayının şiddetli bir zelzeleyle başına göçmesi lazımmış çok şey bildiğini zanneden mağrur aklımın. Her şeyi bildiğini zanneden mağrur aklımı bilgi kırıntılarının enka-zından ağır yaralı olarak çıkardığım günden beri konuşmayı sevmiyorum. Bilmediklerimin bildiklerimden kat kat fazla olduğunun farkına varmanın hayretidir dudaklarıma asılan kilit.

Susunca farkına vardım etrafımdaki seslerin: Gece, ötenin çağrısını fısıldıyormuş usanmadan. Davetler, tespih imiş dilinde yıldızların. Düşler aşkın ezgisiymiş ufkun terennümünde. Hüzün mevsiminin, işveli gülüşüymüş çiçekler. Hasret, toprağın baharı muştulamak için kavrulmasıymış. Zamanın soluğuymuş yarım yaşanan yıllar. Mekânın öfkeli çığlığıymış yollar. Ve hayalinmiş ömrün serencamını anlatan meddah.

Dinledikçe arttı suskunluğum. Sustukça anladım, aklın sorularının cevapsız, gönlün cevaplarının muhatapsız olduğunu. Anladıkça arttı suskunluğum. Suskunluğum arttıkça aşksız ve gönülsüz yaşamanın ne kadar anlamsız olduğunu anladım. Ve sükûtu seçtim. Sükûtta saklıymış manalar. İşte bu yüzden “bilenler söylemiyor, söyleyenler bilmiyormuş”.

Artık sabahlara kadar geceleri dinliyorum ey Gül-i Rana! Meğer gözlerin gibi baktıkça derinleşen karanlığın simsiyah sayfalarına düşlerin apak kalemiyle yazılmış öyküleri seslendiriyormuş rüzgâr. Gecenin saçlarına konan bulutları kovmak için naralar atıyormuş ay. Sonsuzluğun dünyama bakan pencereleriymiş yıldızlar. Ve “ah minel aşk ve hâlatihi” hikmetinin nidasıymış gecenin serkeş nağmeleri.

Söz gemisini sükût umanına saldım ey Gül-i Rana! Şafağı bekleyen bülbüllerin küçücük yüreklerinde kopan fırtınaların uğultusunu, şafağın uyanışına tanık olan kuş-ların hayret nidalarını dinliyorum uzun uzun. Dinledikçe artıyor suskunluğum.

Kendimi dinlemenin suskunluğudur bu. Bunca karmaşanın, bunca gürültünün ve bunca anlamsız endişenin sesini kısıp kendimi dinlemek. Ve kendimi ölçmek mizan terazisinde. Hangisi ağır gelecek: Gereksiz ve anlamsız gürültüler mi yoksa seni varlığıma taşıyarak varlığımı anlamlı kılan düşler mi?

Hayalin, beden elbiseden soyunmaya davet ediyor ruhumu. Yıllar, bir hayalin ayak izlerini takip etmekten yorgun. Yollar, masallardan firar etmiş bir canavar gibi açmış ağzını yüreğimi yutmaya hazırlanıyor. Bilgiler, menzili alaca karanlığa saplanan bir yol açıyor önüme. Duygular, menzilsiz mesafelerin arkasında koşturuyor gölgemi. Sezgiler, göğün memelerine süt dişlerini saplamış birer bebek.

Artık ben, sevmeyi öğrenmekle vazifeli dilsiz bir biçareyim ey Gül-i Rana. Sevgi, akıldan ötede ve beden-den beridedir, anladım. Kavramlar tanımsız, kelimelerin içi boş. Sözün hükmü yok artık. Ki ben, sevmeyi öğrenme çabama engel olmasın diye dilim, kilit vurdum dudaklarıma.

Elveda kelimeler! Elveda mağrur akıl! Elveda bilgi kırıntıları! Hoş geldiniz ilhamlar! Sefalar getirdiniz sezgiler! Başköşeye buyurun duygular!

Ve şimdi sıra sizde gecikmiş davetler, yarım kalmış umutlar! Varın yeni halimi arz eyleyin Gül-i Rana’ya. Bütün kapılarını ardına kadar açarak fukara yüreğimin, onun aşkına layık olmaya çalıştığımı söyleyin. Gönül mülkü emrine amadedir bilsin ve nasıl diliyorsa öyle davransın. İster viran eylesin, isterse mamur.

Oyalanmayın artık ey gecikmiş davetler! Varın ha-ber verin hayal bahçesinin düş çiçeğine. Haber verin o Gül-i Rana’ya. Buyursun gönül mülküne. O mağrur ve o çokbilmiş aklın, gönül mülkünü bir kez daha istila etmesine müsaade etmesin…

Gelsin, sahip olsun gönül mülküne. Beni, aklımla baş başa bırakmasın.

———————–

Talat Ãœlker

Bir cevap yazın


*