Kalbin Yol Haritaları

İçinden ırmaklar geçmeyen, etrafında surlar yükselmeyen, yedi tepesi olmayan, yedi kapısı bulunmayan,üstelik köle bezi yalnızlığında kavrulan şehrin içinden çıkıp; yollar uzadıkça uzayarak, yollar uzaklaştıkça birbirimizden uzaklaşarak gelmiştik o küçük caminin bahçesine. “Sırat-i müstakim” ayeti bir kader çiçeği gibi yanı başımızda dururken, yasemin ve ıhlamur kokusu birbirine karışırken… Ve geçerken tek tek önümüzden; çingeneler, dilenciler, meczuplar, beyaz elbiseli ‘iyi adamlar’… Cebinde o camiye gelmek için yalnızda bir bilet parası olan, hani hiç birisi bir sabah uyanıp da Mehlika Sultan gibi hayata başlamayan, biraz kaybeden biraz boş veren ve en çok da balkonda biber ve patlıcanın yanında yazlık hüzünleri güneşte kurutan kadınlar önümüzden geçerken… Cami bahçesinde dolaşan herkesten; bir veliden, bir ermişten, üç simidi bir liraya satan çocuktan, şurada kısmetini açmak için elindeki büyükçe anahtarlıkla kapılara dayanan kızdan… “Bir fatiha’da siz okur musunuz” diye önümüze tespih uzatanlardan… Hepsinden izin isteyip de girmiştik o küçük caminin içine ve usulca “Ben geldim” diyerek oturmuştuk tahta merdivenlere. Açık kapıdan ve doğraması yer yer dökülmüş pencereden bakmıştık yazısı ve yazgısı bize çok benzeyen o şehre.

Hatırla… Nasıl da şaşırmıştık, bir köşede basma eteğindeki kirazları yiyen esmer kızlara. Annesinin elini bıraktığı için kaybolmuş o çocuğa, musalla taşına tabutu konulmuş kadına… Çelenklere, taziyelere, gözü yaşlı teyzelere… Az önce eteklerini sürüye sürüye gelen yeni geline… Kapı eşiğini öpen o gence… Şehrin ‘öteki’ yüzünün bir öğlen telaşında bu caminin bahçesine taşınmasına sonra. Sonra kimselerin destur almamasına, senin hep “Bak aramızda işte” dediğin benimse görmek için yanıp tutuştuğum ve bir türlü görmeyi beceremediğim o veli yokmuş gibi davranmalarına. Nasıl da şaşırmıştık o velinin rahmetiyle bütün bir şehrin ayakta durmasına. Hani çok bunaldığında, hastalandığında hani… Adını bir türlü koyamadığın hallerin ortasına düştüğünde o velinin kolundan tutup seni buraya taşımasına… Şaşırmıştık değil mi, “Gençken, yani eskiden… Hani billur bir kaseden hayat avuçlarıma dökülürken” diye başlayan yarı düş, yarı gerçek masallarına.

İşte okunmuştu ezan… İşte cemaat saf tutmuştu. Mavi önlüklü kadın yanımıza gelip “Yine çıkamadınız değil mi?” diye sormuştu. “O hiç çıkamadı ki çilehanesinden, ben nasıl çıkayım” cümlesiyle belirli belirsiz avunup, susmuştu. İki sedir sermişti yan yana. İki küçük sedir, çilehane ile kıble arasında. Kıyam, rüku ve secde… Ne çok kanamıştı kalbimiz alnımız yere değdikçe. Her selam verişimizde gözümüz çilehanenin kilit vurulmuş kapısına doğru kaymış… Her selamın ardından içtenlikle niyet edişler, o kilidin içine sızmayı başarmıştı. Sen usul usul yürürken, bir Allah dostunu görme özlemiyle; soğuk, karanlık ve sert zeminde… Kuşlar konmuştu benim arka bahçeme. Küçüktüm, sahiden de çok küçüktüm. Arka bahçeme konan kuşları hayra yoracak kadar, o kuşlardan korkmayacak kadar… Bir cami bahçesini kendi bahçem sanıp onlarla dertleşecek kadar… Kuşlara kalbimi açacak ve rüyalarımı anlatacak kadar küçüktüm. Girdiğin çilehaneden bir gün çıkacağına inanacak kadar küçüktüm işte.

Sermiştim ateş ağaçlarından topladığım rüyalarımı kuşların önüne, bir arka bahçe günlüğünde. Hâl bu ki, kuşlar küçük kızların rüyalarını yiyerek büyürdü ve rüyalarını kuşların yediği kızlar dünyanın tüm yükünü omuzlarına almakla hükümlüydü.

Bilmiyordum ve bilmediğim yollardan kalbin yalın haliyle geçiyordum. Belki de bu yüzden fakülte koridorlarında yaz kış üşüyor, benden önce bu okulu kazanmış ama okuyamamış; benden önce bu okula başlamış ama tamamlayamamış; benden önce başı örtülü olduğu için okullardan ‘atılmış’ kızların hayallerine çarpa çarpa yürüyordum. Haritalara dokununca parmaklarımın yanmasına mani olamıyordum. Kalbi fay kırıklarıyla dolu insanların gözlerine bakınca, iki kirpik aralığında neleri özlediğini, neleri kaybettiğini ve en çok da neleri beklediğini okuyordum. Hiç sevilmemiş, kıymet verilmemiş, “Otur, bu kez de sen anlat” diyeni olmamış kadınları ellerinin üstündeki çizgilerden tanıyor…  Dünyanın kaderinden ve kederinden fazlaca nasiplenmiş bebeklere beşiğinde, ayaklarını sürüye sürüye mutsuzluğa giden kızlara çeyizlerinde ağlıyordum.

Kanat çırpıyordu içimdeki kuşlar. Tanıdığım tüm kahramanlar bir bir rüyalarıma giriyordu. Ben rüyalarımı anlatmadıkça, arka bahçemdeki kuş çığlıkları hiç bitmiyordu. O veli eli omzuma dokunmuyor, yalnızlığıma döktüğüm göz yaşı seni o çilehaneden çağırmaya yetmiyordu. Kalbim… Hiç bilmediği diyarlarda geziyor; rüya topluyor ve topladığı rüyaları kuşlara yediriyordu.

Sanki dünyanın tüm tutsaklık hikayelerinde âhı tutuyordu kuşların; bülbüllerin, martıların, güvercinlerin. Sanki hepsi birden bir göç mevsiminde kaybetmişti yol haritalarını. Bu yüzden her ülkenin haritasına kan lekesi taşıyor… Ve sanki, haritalar kendisini okumayı bilmeyenler yüzünden doğudan batıya yüz yıllar sürecek bir sürgüne gönderiyordu hepimizi.

Çilehane; kimi zaman bir caminin bodrum katında, kimi zaman İsrail ile Filistin arasında dünyayı iğne deliğinden geçiren gazze şeridinin yanı başında… Fakülte koridorlarında, bulvarlarda, sokaklarda, kalabalık meclislerde… Bir öğleden sonra oturmasında mesela… Mesela hafta sonu yalnızlığında yakamızdan tutup çekiyordu bizi kendine. Doğruydu, 21. yy hiçbir dervişin aramıza inmeye, yanımıza oturup da bizimle dertleşmeye niyet etmeyeceği kadar karışıktı. Ve doğruydu, artık her adım başı bir çilehane oluyordu. Hal böyle iken, herkes kendi yol haritasında, kendi menziline doğru ilerliyordu.

Her kalbin bir yol haritası olmalıydı. Zaten dervişlerin, iyi adamların, velilerin hep özlendiği bir dünyada zaman ancak haritadaki işaretleri doğru okuyanlar için anlamlıydı. Peki ya kalbinin yol haritalarından habersiz yaşayanlar? Sahi onlar bu köle bezi yalnızlığının içinde ne yapardı?

(Aylık Kadın Dergisi TURUNCU, Temmuz 2009)

Bir cevap yazın


*