Mânânın Avucundaki Şehir! "İSTANBUL"

Zaman dilimindeki inceliğe bakın ki, o sırada âniden hastalanan ve henüz 1 yaşında olan Fatih, dua kapmak için annesinin kucağında huzura geliverdi.

Hacı Bayram Velî Hazretleri, gözlerinin derin ışığını Ä°stanbul’u fethetme aÅŸkıyla tutuÅŸan Sultan Murat’a çevirerek:

“O fetih size müyesser değil sultanım,” dedi.

“İstanbul’un fethi bu yavruya nasiptir!”

MÂNÂ ÂLEMİNDE, mutlu bir zaman dilimine yaklaşmanın heyecanı vardı. Bu heyecan dünyaya yansırken, toprakları coşturan ve ağaçları tomurcuklandıran bir bahar rüzgârı gibi yeryüzüne iniverdi. Yeni kurulan Osmanlı Devleti Marmara’ya yerleşmiş, Balkanlar’a çelik yumruğunu koymuştu bile.

Ancak mânâ coÅŸkusunun ve onun yeryüzüne dalga dalga hayat veren rüzgârının özünde ayrı bir güzellik daha vardı. Ve bu güzellik, Allah sevgilisi Fahr-i Kâinat Efendimizin “Belde-i Tayyibe” (Güzel ÅŸehir) diye isimlendirdiÄŸi Ä°stanbul’un, Ä°slâm nuru ile tanışmasıydı.

Mânâ kahramanları için böyle bir güzelliÄŸi düşünmek bile akıl almaz bir haz veriyordu. Kısa bir süre sonra Hazar’ın batısındaki iklimlerden fışkıran ve Allah sevgisiyle dolu olan bir velîler ordusu, ışık ışık yola çıkarak Osmanlının ana evi olan Bursa’da toplanmaya baÅŸladılar. Bu nur ordusunun bazı fertleri ise, kalb gözü açık strateji ustaları tarafından çok esrarlı yerlere yerleÅŸtirildiler.

Emir Sultan, Bursa’nın yeÅŸil penceresinden Ä°stanbul ufuklarını seyrederken, orada bambaÅŸka bir hayat coÅŸkusu olduÄŸunu, âdeta taşına toprağına manevî bir zemzemin sindiÄŸini hissediyor, zamanın ötelerine açılan gözleriyle asırlardan beri Ä°stanbul’a ulaÅŸmak için hayatını veren ÅŸehitlerin nefesini duyuyordu.

Emir Sultan, mânâ âleminin büyük strateji plânında Fatih’e perde perde hazırlanan dekorun en hassas bölgesinde vazife alan velîlerin hangi saat, hangi dakika Hz. Fatih’e ulaÅŸacaklarını ve ışıklarını hangi köşeden yakacaklarını plânlayan bir mimardı.

Somuncu Baba’yı Aksaray’a yolcu ederken, Ä°stanbul’un ÅŸifresini ona vermeyi unutmadı. Ä°stanbul’un fethi ile ilgili Ä°lâhî senaryonun en önemli noktalarından biri olan Ankara’da da Hacı Bayram Velî Hazretleri oturacaktı. Emir Sultan, Hacı Bayram Velî Hazretleriyle sürdürdüğü gönül telgrafında, Aksaraylı Hamidüddin’i görevlendirmiÅŸti. Tâ Mısır’dan kalkıp gelen EÅŸref-i Rumî de, Hz. Emir Sultan’ın mânâ sofrasında sergilenen ÅŸifreleri ilk çözenlerden ve Hacı Bayram’a ulaÅŸtıranlardandı.

Hacı Bayram Velî Hazretleri, Sultan Fatih’e ve ordusuna gerekli olan mânevî teçhizatını hazırlamakla görevliydi. Fatih’in hocası olan AkÅŸemseddin ise, bir yandan kadirî ustası EÅŸref-i Rumî’den gelen mânâ cereyanını alırken, bir yandan da Hacı Bayram Velî Hazretlerinden Fatih’e destek plânının ayrıntılarını öğreniyordu.

Bu manevî rüzgârların hayat verdiÄŸi zaman diliminde daha nice yüceler ve derviÅŸler sahneye çıkmıştı. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimizin Ä°stanbul’un fethine iÅŸaret buyurulan hadîsindeki methe lâyık olabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı.

Bu coÅŸkulu bekleyiÅŸin ve hazırlığın ilk ışığı, Hacı Bayram Velî Hazretlerinin II. Murat’ı ziyaret ettiÄŸi bir günde yandı. Ve bu yüce velî bütün Ä°slâm kumandanlarının ortak rüyası olan Ä°stanbul’un fethi düşüncesini Sultan’a arz etti. Zaman dilimindeki inceliÄŸe bakın ki, o sırada âniden hastalanan ve henüz 1 yaşında olan Fatih, dua kapmak için annesinin kucağında huzura geliverdi. Hacı Bayram Velî Hazretleri, gözlerinin derin ışığını Ä°stanbul’u fethetme aÅŸkıyla tutuÅŸan Sultan Murat’a çevirerek:

“O fetih size müyesser deÄŸil sultanım,” dedi. “İstanbul’un fethi bu yavruya nasiptir.”

Ä°stanbul’un Fethi, nizâm-ı âleme giden nurlu yolu açacak büyük bir fetihti ve hazırlıkları içinde en ufak bir eksiklik olsun istenmiyordu. Bundan dolayı müjdeli fethi gerçekleÅŸtirecek olan kiÅŸinin kimliÄŸi, Hacı Bayram Velî tarafından çok önceden açıklanmıştı. Nitekim Sultan Murat, 10 yaşından itibaren Fatih’e devlet iÅŸlerini öğretecek, 12 yaşında da onu padiÅŸahlık mevkiine getirerek o yüce velînin sözlerine olan itimadını ispat edecektir.

Sultan Murat, fevkalâde dirayetli bir padiÅŸahtı. Gençti, kılıcının önünde kimse duramazdı. Fakat bu meziyetleri kadar, Allah’a olan sonsuz imânı ve kadere teslimiyeti ile tanınıyordu. Düne kadar Ä°stanbul’un fethi rüyasıyla yaÅŸarken, ÅŸimdi artık o plânın bir parçasına hizmet etmek ÅŸerefine rıza göstermiÅŸti.

Niçin Ä°stanbul böylesine önemliydi? Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.v.) Ä°stanbul’u beÄŸenmesi ve onu zaptedecek kumandan ve askerlere iltifat etmesindeki hikmet neydi?

Acaba Efendimiz (s.a.v.) Ä°stanbul’a dünyanın çok hoÅŸ bir yerinde bulunması ve güzelliÄŸi için mi iltifat etmiÅŸti?

Yoksa İstanbul, yüzlerce yıl İslâm güneşini parlatacağı ve mânâ ehlinin toplanacağı bir yer olduğu için mi methedilmişti?

Allah’ın binbir güzellikle yarattığı bu beldeyi Efendimizin (s.a.v.) sevmesi, Miraç’ta seyrettiÄŸi zaman dilimleri içinde Ä°stanbul’a özel bir iltifat göstermesi ve mübarek nazarlarını o ÅŸehir üzerine lütfetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla nazar-ı Muhammedî’ye (s.a.v.) uÄŸramak ÅŸerefi, kader çizgisine bir emr-i Ä°lâhî hâlinde iÅŸlenivermiÅŸtir.

Hz. Fatih velîler sofrasında yetiÅŸtirilirken, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) olan sevgi cereyanlarından fazlasıyla nasiplendi. İçiyle, dışıyla Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) hizmetten baÅŸka bir düşüncesi yoktu. Daha 20 yaşındayken namaza karşı gösterdiÄŸi saygı ve onun icrâsındaki titizlik, AkÅŸemseddin’i bile hayran bırakıyordu. Ä°stanbul’u fethedeceÄŸinin manevî iÅŸaretleri kendisine verilmiÅŸti. Ancak, AkÅŸemseddin Hazretlerinden bir iÅŸaret gelmedikçe, madde plânına geçmek istemiyordu.

Bu iÅŸaretlerden ilki, kulaktan kulaÄŸa fısıldanan bir parola gibi yüzyıldan beri konuÅŸulur olmuÅŸtu. Somuncu Baba, Molla Gürânî’den aldığı fetih tarihini Hacı Bayram’a mukaddes bir emanet gibi iletmiÅŸti. Çünkü Kur’anımızın Ä°stanbul hakkında buyurduÄŸu “Beldetün tayyibetün” kelimeleri ebced hesabı ile 857’yi gösteriyordu. Ve bu sayı, Milâdî hesapla 1453 tarihiydi. Ä°ÅŸte Hacı Bayram Velî ve Emir Sultan Hazretlerinin önceden bildikleri ve kendi zaman dilimlerine rastlamadığı halde, küçük Fatih’i bebekken tanımalarındaki hikmet buydu.

Yüce Fatih, fetih ve gençlik ateÅŸinin tesiriyle âdeta yanıp tutuÅŸuyordu. Bir gün AkÅŸemseddin’in huzuruna gelerek yalvaran bakışlarla:

“Bana bir diyeceÄŸiniz olacak mı?” diye sorduÄŸu zaman, AkÅŸemseddin:

“Karşı yakaya bir sur yap,” dedi. “Öyle bir sur olsun ki, dünyanın bu yöresine bir yüzük taşı gibi Muhammed (s.a.v.) imzası atılsın.”

AkÅŸemseddin’in emrettiÄŸi Rumeli Hisarına ait taÅŸları temin etmek dahi, Ä°stanbul’un fethinde sembolleÅŸen madde ve mânâ kaynaÅŸmasının harika bir tablosuydu. Gerekli olan malzeme için araÅŸtırma yapıldığında, Karadeniz EreÄŸlisinden daha yakın bir yerden taÅŸ temin etmenin imkânsızlığı ortaya çıktı. Fakat o taÅŸların kesilip hazırlanarak boÄŸaza sevk edilmesi, o günkü ÅŸartlarla seneler sürecek bir iÅŸti. Ama, Efendimizin ismini gösteren Rumeli Hisarı, 120 gün gibi akıl almaz bir sürede tamamlanıverdi. Yüce Fatih, böyle bir imzayı atarken, binlerce askeriyle birlikte sırtında taÅŸ taşıma ÅŸerefinden vazgeçmemiÅŸti.

Fatih’in Edirne’de ordusunu hazırlamaya baÅŸladığı sırada gerek Molla Gürânî, gerekse AkÅŸemseddin Hazretleri askerlere manevî destek veriyordu. Åžubat ayından itibaren baÅŸlayan savaÅŸ hazırlıkları, bizzat Fatih’in geceyi gündüze katan moral gücü, askerî ve teknik bilgisi ile birleÅŸince, uzay çağı gibi makineleÅŸiverdi. Onun Haliç’e karadan indirdiÄŸi donanması, olmazı olur yapacağının bir iÅŸaretiydi. Günümüzün imkânlarıyla sırf film çevirmek ve macera hevesiyle dahi bir küçük geminin karadan Haliç’e inmesi imkânsızken, bir donanmayı göz açıp kapayana kadar Haliç’e indirmek, aklı başında olan Bizans kumandanlarına bu iÅŸin çoktan bittiÄŸine dair bir iÅŸaret gibi sunulmuÅŸtu.

Nisan’ın ilk haftasına gelindiÄŸinde maddenin, mânânın, daÄŸların, taÅŸların ve meleklerin beklediÄŸi harekât baÅŸlamıştı. Åžehit olacağı âna kadar abdestsiz yere basmayan ve namaz vakitlerini geciktirmeyen 10.000 has mü’min, Efendimizi (s.a.v.) mutlu etmek savaşına yıldızlar gibi akıyordu. Ancak bir tarihin açılıp kapanması, sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Çünkü Bizans, Topkapı’yı çift sur emniyeti içine almıştı. Dıştaki surdan seyyar merdivenlerle yaklaÅŸan kahramanların üzerine kaynar zeytinyağı dökülürken, buradan mucizevî ÅŸekilde kurtulanları da 50 metre içerdeki surlarda mevzilenen okçular bekliyordu. Yüzlerce mücahidin ÅŸehid düşmesine ve aradan 50 gün geçmesine raÄŸmen bir türlü düşürülemeyen surlar, bütün metanetine raÄŸmen Fatih’i bile endiÅŸelendiriyordu.

AkÅŸemseddin ise çadırında bir yandan duasını ediyor, bir yandan da Fatih’le birlikte yetiÅŸtirdiÄŸi diÄŸer derviÅŸlere son derslerini veriyordu. Bu derviÅŸlerin arasında Ulubatlı Hasan ve bilâhare Kadı Hızır diye alınacak olan Hızır Bey de bulunuyordu. AkÅŸemseddin Hazretleri, bizzat Fatih’in bile tırmanmak için sabırsızlandığı surlara baktıktan sonra Ulubatlı’ya dönerek: “Sıran geldi Hasan” dedi. “Haydi göreyim seni.”

Ulubatlı, hocasının sözleri daha bitmeden surlara tırmanmaya baÅŸlamıştı bile. Ãœzerine dökülen kızgın yaÄŸların acısını, Peygamber (s.a.v) aÅŸkı ile hissetmiyor, vücuduna saplanan 8-10 oka raÄŸmen ÅŸehadet yolculuÄŸuna devam ediyordu. Bizans askerleri, gördükleri manzara karşısında korku ve panik içinde ne yapacaklarını ÅŸaşırırken, Ä°slâm mücahitleri çoktan surları aÅŸmaya baÅŸlamıştı. O sırada Ulubatlı yere düştü, ÅŸehadet gülleri açan çehresindeki neÅŸe ile son nefesini vermek üzere bir kez daha Fatih’e bakarak:

“Meraklanma sultanım, Resûlullah (s.a.v.) surlarda” diyerek bir başka sırrı daha açıklayıverdi.

Ertesi gün Ayasofya’da cuma namazı kılınırken, gerçekten Batıya ait bir çağın kapandığı apaçık sergileniyordu.

Ä°stanbul’da kılınan ilk cuma namazından sonra, peri masallarında bile görülmeyen bir sürat ve estetikle, çürümüş Bizans imparatorluÄŸu tasfiye edildi ve yerine, Efendimizin teftiÅŸine ve nazarına hazır bir Belde-i tayyibe kuruldu. Fatih, Ä°stanbul’un harika tabiatını koruyan ilk kanunları ile birlikte koskoca ÅŸehri su ve yol ÅŸebekesi ile bir anda modernize etti. Kiliselerini bile temizletip tamir ettirdi. Hatta papazların maaşını, kiliselerin vaftiz kazanlarını temizleyen özel memurların ücretini ve bu sırada kullanılan gülsularının parasını bile devlet hazinesinden ödedi. Kur’an emirlerine uyarak, Efendimizin (s.a.v.) emirleri istikametinde diÄŸer dinlere karşı öylesine bir hürriyet ve müsamaha sistemi geliÅŸtirdi ki, aklı başında her Batılı bilgin Fatih’e hayran oldu. Kendi köhnemiÅŸ fikir taassuplarıyla bir yere varılamayacağını, Fatih’in ilme ve insana karşı olan saygısını taklit etmenin kaçınılmaz olduÄŸunu anladılar. Ä°stanbul’un fethinden sonra en önemli olay olan Rönesans, böylece Fatih’in avuçlarında doÄŸdu.

Fatih’in Ä°stanbul’da yaptığı icraat ve getirdiÄŸi harika prensiplerin korunması için unutulmaz bir bedduası vardır:

“Bu ÅŸehre getirdiÄŸim her güzellik, vasiyet ettiÄŸim her güzel kaide Kur’an’a ve Efendimize (s.a.v.) baÄŸlılığımdan doÄŸmuÅŸtur. Bunları kim deÄŸiÅŸtirirse, Allah’ın, Resulünün ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun.”

Fatih, eksiksiz bir lider olmanın yanısıra Efendimizin (s.a.v.) iltifatına mazhar olmuş büyük bir velîdir. Ve onda yalan veya yanlış aramak yalnız gafletin değil, büyük bir ihanetin eseridir.

Fatih’in bize ve Dünya Milletlerine getirdiği güzellikleri anlamamakta niçin inat edildiğini bilmek zordur. 7 lisânı bilen ve o lisân üzerinden şiir yazacak kadar bilgisi olan Fatih, şiirde de çok üst seviyelerde eser veren, devlet adamlığı ve sorumluluğu açısından çağımızın ulaşamayacağı bir insanlık ve hürriyet fikriyatçısı idi.

Ülkesindeki çeşitli kavimlere yaşama ve istediği mahkemede yargılanma hakkını veren, çağımız hürriyet mefhumlarının çok ötesinde yaşamış bir kişidir.

Bütün bunlara rağmen onu, başka türlü görmeye ve göstermeye çalışanların gönülleri zaten kurumuştur. İnşaallah dilleri ve kalemleri de kuruyacaktır.

Bir cevap yazın


*